Karagöz ve Hacivat denilince aklıma çocukluğum gelir.
Karakgöz ve Hacivat denilince hepimizin aklına Ramazan gelir.
Hacivat ve Karagöz denilince aklımıza gülmek gelir, mutluluk ve huzur gelir.
Çocukluğumuz bizi yapılandıran en büyük taşlar değil midir?
Çocukluğumuzdaki temel taşlarından birinin Karagöz ve Hacivat olduğunu, bizim yaşlarımızdakiler bilirler.
Bizler radyolardan onları dinler, Hacı cav cav diyen Karagöze güler, yar bana bir eğlence lazım diyen Hacivat’ın söyleyeceklerini merakla beklerdik.
Bu güzel eğlencenin resmi anlatı şöyle:
Karagöz ve Hacivat taklide ve karşılıklı konuşmaya dayanan, iki boyutlu tasvirlerle bir perdede oynatılan gölge oyunu…
Karagöz oynatıcısına kurgusal, hayalbaz denirmiş.
Karagöz Nasıl Oynatılırmış?
Tabi gölge oyunu olduğu için karanlık bir yer olması gerekiyormuş. Yerden yükseğe beyaz bir perde gerilirmiş. Karanlık yerde izleyenler olurmuş, perdenin etrafına kumaşlar serilirmiş ki izleyenler yan tarafları yani azda olsa arkaları görmesin!
Karagözü oynatan hayali denilen kişi de yardımcıları ile arka tarafta yerini alırmış.
Hayalci kadrosunda; usta olurmuş yani Karagözün kendisi, çırak, sandukkâr, iki yardak, bir hamal.
Hayali denilen ve Karagözü oynatan kişi öyle herhangi biri olmazmış. Usta olması gerekliymiş. Bilgili olması şartmış. Okuması olacak, edebiyattan ve müzikten te anlayacakmış. Tabi sesinin güzel olması da gerekliymiş. Türk müziğini de iyi bilmesi ve hazırcevaplı olabilmek içinde bir hayli de zeki olması da lazımmış. Daha bitmedi her türlü insan sesleri, lehçeleri de iyi konuşuyor olmasının yanı sıra bütün hayvanlarınında taklitlerini yapabilmesi gerekliymiş.
Oyunda sadece Hacivat’la Karagöz canlandırılmıyor bir çok tiplemelerde oluyormuş.
Usta karakterleri oynatanmış, çırak şekilleri yetiştirirmiş, işi bitenleri de kaldırırmış.
Sandukkâr bu malzemeyi sandığa yerleştirirmiş ayrıca da ustaya da yardım edermiş. Birinci yardak, oyuna gerekli olan şarkıları okuyanmış. Tef çalan yani ikinci yardak da gerekli gürültüleri yaparmış. Sandığı ve diğer malzemeleri taşıyanda hamalmış.
Perdeyi biraz daha detaylı anlatmak gerekli:
Perdeye, meydan, küşterî meydanı, ya da ayna denirmiş. Arkasına, ensiz bir tahta yerleştirilirmiş. Bunun üzerine içinde mum parçaları yanan şem’a konulur ve yakılırmış.
Perde aydınlanınca arkadan ışık alan şekiller renkli olarak beyaz perde üzerinde görünürmüş. Burada ustanın işi bir hayli mühim!
Şekilleri perdede hareket ettirecek!
Karakterlerin her birinin ağzından; tiplemelere göre seslendirerek oyunu sürdürürmüş. Karagözde konu değişse bile oyun planı değişmezmiş.
Burada güzel bir detay var. Beyaz perdenin önünde de bir perde olurmuş. Eskiden sinemalarda kalın kadife perde olurdu, şimdilerde yok gibi geliyor bana ya da bana rastlamadı. Perde açıldıktan sonra film beyaz perdede gösterilmeye başlardı. Bu da demekki böyle bir şey. Önce ilk perde açılıyormuş ya da kalkıyormuş. Perdenin üzerinde göstermelik olurmuş. Bu bazen bir demet çiçek bazende bir bahçe ya da konak olurmuş. Oyunun başladığı her birine ayrı bir fasıl adı verilen Karagöz oyunu, zırıltı sesi çıkartılarak ve göstermelik kaldırılarak başlatılırmış.
Hacivat perde gazeleni söyleyerek gelirmiş:
“Haayyy Hak! Yâr bana bir eğlence, yâr…”
Dedikten sonra Karagöz üst köşeden başını uzatırmış ve
“Patlama, geliyorum!” dermiş.
Hacivat’ın yanına gelirmiş, bundan sonrada karşılıklı konuşmalar yâda atışmalar başlarmış.
Bundan sonra hayalcinin zekâsına, bilgisine en çokda yaratma gücüne bağlı olarak oyun sürer gidermiş. Bazen bir saat bazende iki saate kadar sürdüğü olurmuş. Tabi aralar da olurmuş. Sonuna kadar bir de dayak olayı olurmuş. Ve sonda:
“Yıktın perdeyi eyledin viran; varayım sahibine haber vereyim heman!”
Sözleriyle bitermiş.
Ben çocukken Ramazan ayında sahurda, Karagöz – Hacivat radyoda… Çoğu zaman hatırlıyorumda onları dinlemenin heyecanı ile uykudan kalkardım.
Karagöz halktan biriydi, aklına ne gelirse başına gelecekleri düşünmeden söylerdi. Hacıvat, okumuş biri. Medresede yetişmiş, akıllı ama bir o kadarda uyanık biriydi.
Karagöz ve Hacivat’tan başka:
Çelebi kibar bir delikanlı,
Zenne (kadın) bir hanımefendi,
Tiryaki, afyon tutkunu bir sersem,
Tuzsuz Deli Bekir sarhoş bir külhanbeyi,
Altı Karış Bebe Ruhi bir cüce…
Lâz, Kürt, Acem, Arnavut, Frank, Yahudi, Ayvaz, Himmet, Arap, Zeybek ve daha bir çok tiplemeler…
Marifet bütün bunların, kendi lehçeleri, tonlama ve tınlamaları ile dile getirmekmiş. Usta Karagözcüler bunu çok güzel yaparlarmış.
Düşünün lütfen bunlar yazılı olmazmış. Yani bu günlerde dediğimiz gibi senaryolaştırılmış ve diyaloglar ezberlenilmiş halde değil, o günün koşullarına ve gerekliliklerine göre dillenir ve karakterle canlandırılırmış.
Tabi müzikler de harika olurmuş. Bunun içindirki Karagözü oynatan kişinin sesinin güzel olması kadar Türk Musikisinden de ziyadesi ile anlaması gerekliymiş.
Bazen yaşanmış hayatlar anlatılırmış, bazende hayali denildiği gibi şimdilerde kurgu olarak adlandırıldığı gibi kurgulanılırmış.
Karagöz’ le, Hacivat gerçek hayatta yaşadılar mı? Yoksa oyunları gibi bir hayal ürünü olara mı ortaya çıktılar?
Birçok anlatı var onların hakkında.
Hacivat’ın asıl isminin Hacı İvaz Ağa olduğu Trakya’da, Samankol köyünde demirci ustası olduğu bunlardan yalnızca biri…
En çok bilinense; Bursa’da yaşadıkları ve bir cami yapımında çalıştıklarıymış. Bunun hikâyesi acıklı bir sonla bitiyor.
Karagöz ve Hacivat orada çalışan iki işçi! Birbirleri ile tartışmaları, sohbetleri o kadar yoğun ve güzelmiş ki, kendileri atışmaktan çalışmadıkları gibi diğer çalışanları da oyaladıkları için sonları hazin sonla neticelenmiş.
Orhan Gazi:
“Cami zamanında yetişmezse kelleni alırım”
Sözleri o zamana söylenmiş.
Cami vaktinde yetişmemiş, caminin mimarı gecikmeyi Karagöz’le, Hacivat’a yüklemiş. Onları şikâyet etmiş. Ne yazikki bu iki güzel insanın kelleri böylelikle gitmiş. Nekadar üzücü. Onları çok seven ve ölümlerine çok üzülen Şeyh Küşteri onların kuklalarını yapmış, perde arkasından oynatmaya başlamış. Onlar bu sayede tanınmışlar.
Karagöz’le Hacivat hakkında ve nereden geldikleriyle ilgili varsayımlar:
Halkbilimciler Karagöz’ün çingene olduğunu düşünüyorlarmış. Sebebi ise Karagöz’ün bazı oyunlarında söylemisiymiş.
Evliya Çelebi’ye göre, Bizans İmparatoru Konstantin’in Çingene seyisi Sofyozlu Bali Çelebi’ymiş.
Osmanlı’ya 17. Yüzyılda gelmiş.
Çin’den Moğollara geçmiş, Türkler de Anadolu’ya göçerken beraberlerinde getirmişler.
Bazılarında da:
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı ele geçirmesinden sonra bu ülkeden bize geldiği,
Sultan Selim’in, Memluk Sultanı Tomanbay’ın asılışının canlandırıldığı oyunu izledikten ve çok beğendikten sonra Sanatçıları İstanbul’a getirttiği, bu sanatçıların başka sanatçılar yani ustalar yetiştirdiği,
Anadolu’ya Cava Adalarından ve Hindistan’dan çingeneler eliyle geldiğiymiş.
Karagöz ve Hacivat sadece güldürmüyor aynı zamanda düşündürüyormuş.
Onlar dönemin kötü yanlarını da aktarıyorlarmış. Bunuda o tür olayları alaya alarak yapıyorlarmış.
Karagöz’ü öyle aklına esende oynatamazmış. Bunun için usta’dan izin tezkeresi almak zorundaymış. Önce çıraklık devrini geçirecekmiş.
Bu nasıl zor bir zanaat mış!
Sanatın hangisi kolay ki…
Nazan Şara Şatana